Kategori arşivi: Masallar

Kücük Emin


Çok eski zamanlarda bir çocuk varmış. Bu çocuk ailesi ile birlikte bir orman köyünde yaşarmış. Bu karagözlü çocuğun adı Emin’miş. Emin’in bir küçük tayı varmış ve adı Kırtay imiş. Küçük Emin, küçük Kırtay’ı ile birlikte ormanda gezmeye çıkmış. Gezerken gezerken orta büyüklükteki bir elma ağacından elma toplamaya başlamışlar. Uzanamadıkları yerlere Kırtay’ın üzerine çıkarak ulaşmış. Topladıkları elmaları yanlarındaki heybelere doldurmuşlar. Kırtay da acıkmış olduğu için birlikte oturup ikişer tane yemişler. Diğer elmaları evlerine götürmüşler. Annesi bu elmaları görünce benim koca oğlum neler getirmiş diyerek çok sevinmiş. Sonra heybedeki elmaları üçe bölmüş. Bir parçasını eve bıraktıktan sonra, diğer iki parçayı komşuları yaşlı ve çok sevimli Güler Teyzene ve arkadaşın Baran’lara götür demiş.
Güler Teyze’nin kapısına gelince kapıya tık-tık vurmuş. Biraz bekleyip ses gelmeyince tak tak tak diye daha kuvvetli vurmuş. Yaşlı ve adı gibi güler yüzlü Güler Teyze aceleci adımlarla gelerek kapıyı açmış. Yan komşunun küçük oğlu Emin’i elinde elma torbası ile görünce çok sevinmiş. Küçük Emin’in başını okşayarak, “hoş geldin Emin’ciğim, nasılsın? Bana bir şey mi getirdin? Şakacı küçük Emin “Sana kurtsuz elmalar getirdim” diye nükte yapmış. Bunu duyan Güler Teyze “ Ha. Ha. Ha” diye gülerek teşekkür etmiş.
Daha sonra Baran’lara götüreceği elmaları ulaştırmak için Güler Teyze’den izin isteyerek yürümüş. Baran’ların kapısına gelince kapıya tık tık vurmuş. Kapıyı açan Baran, Emin’i görünce “arkadaşım hoş geldin” diye selamlamış. “Ooo bize bir şey mi getirdin?” deyince. Küçük Emin “Evet, ben bugün Kırtay ile birlikte ormandan elma topladım. Annem size de gönderdi.” Diye cevap vermiş. Baran’ın Annesi Esra Teyze, kapıda elma torbası ile bekleyen Küçük Emin’e teşekkür ederek, içeri davet etmiş. Fakat, Emin annesinin beklediğini belirterek, oradan ayrılmış.
Emin eve döndüğünde. Annesi kapının sesinden geldiğini fark ederek. Emin’ciğim sana bir sürprizim var” demiş. Sürprizlerden çok hoşlanan Küçük Emin büyük bir heyecanla annesinin yanına koşmuş ki, ne görsün. Annesi o çok sevdiği elmalı pastadan yapmış ve çay demlemiş bir şekilde kendisinin gelmesini bekliyormuş. Tam elmalı pastayı yiyecekken küçük Emin, “anne, bir dilim kesermisin, elmaları birlikte topladığım Kırtay’a götürmek istiyorum” demiş, Annesi gülerek elmalı pastayı Kırtay’ın seveceğini sanmıyorum fakat, madem külfetine birlikte katlandınız, nimetlerini de paylaşın” diyerek, bir dilim kesip kağıda sararak Emin’in eline vermiş.
Elmalı pasta sarılı kağıt elinde ahıra Kırtay’ın yanına koşan Küçük Emin, hemen kağıdın içinden elmalı pastayı çıkartarak uzatmış. Şapur-şupur elmalı pastayı yiyen Kırtay hemen bitirip, doymadığını göstermek için hemen yalanmaya başlamış. Hatta Küçük Emin’i yalamaya başlamış. Kendisini zor kurtaran Emin, Kırtay’ın haline epey gülmüş. Kırtay’ın annesi Gökkısrak, bunların haline uzun uzun İhhiğ, İhhiğ, İhhiğ diyerek kişnemiş . Gökkısrak her yeri bembeyaz, dik duruşlu, güçlü kuvvetli bir at imiş. Koştuğu zaman arkasında tozu dumana katar, yük taşımaya gelince de hiç hayır demezmiş.
Tüm bunlar olurken küçük Emin, annesinin sesiyle irkilmiş. Oğlum Emin, nerede kaldın çabuk gel! Hemen koşup eve girince Babası ve Dedesini de geldiğini görmüş. Annesi onlara çay ile birlikte elmalı pasta ikram etmiş, Emin’in çayını dolduruyormuş, Emin pastayı ağzına atarken Dedesinin “Bismilahirrahmanhirrahim” dediğini duyunca, hemen kendiside tekrar ederek, happur-huppur yeyip bitirmiş. Küçük Emin’in karnı doyunca, aklına bir soru takılmış.
Dedeciğim “Her zaman niye Bismilahirrahmanhirrahim diyorsun”. Dedesi torunun bu sorusuna çok memnun olduğunu belirterek, şu cevabı vermiş. “Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah tükenmez bir hazinedir.” Dedeciğim tam anlayamadım, bana biraz daha anlatır mısın? dedi.
Dedesi şöyle izah etmiş. Sen elmaları Güler Teyze’lere ve Baran’lara götürdüğünde sana teşekkür ettiler mi? Evet, tabi ki teşekkür ettiler. Sen bir kul iken götürdüğün elmalar için bir teşekkür alıyorsun veya bekliyorsun, değil mi? Fakat, bu elmaların asıl sahibi ve yaratıcısı olan Yüce ’a teşekkür etmek gerekmez mi? Çünkü sen elmayı yalnızca topladın, ne ektin ne biçtin, en önemlisi yaratmadığın ve bir tablacı olduğun halde teşekkürleri aldın. Yüce ‘da bizden bir teşekkür bekliyor ’ın bizden istediği fiyat üç şeydir. “Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir” İyice aklı karışan Küçük Emin dedesine bakarken, dedesi açıklamalarını sürdürdü. “Başta Bismillah zikirdir, ahirde elhamdülillah şükürdür, ortada ’ın bize verdiği nimetleri tefekkür etmek fikirdir”
İşte biz bunun için bir yemeğe, işe ve olaya başlarken Bismillah diyor, işin sonunda veya yemek bitince elhamdülillah diyoruz. Küçük Emin hımmm şimdi anladım. Dedesi imtihan etmek istercesine ne anladıysan anlat bakalım.
Küçük Emin “çay içmeden önce BİSMİLLAH, içtikten sonra ELHAMDÜLİLLAH, çay içerken de çay’ın ’ın hediyesi olduğunu TEFEKKÜR edeceğiz” dedi ve çay içerken söylediği her şeyi uyguladı. Sanki daha bir tatlıymış gibi oldu. Çünkü tefekkür ederken 2 yerine 3 şeker attığını sonradan fark etti.
Dedesi kucağını açtı, gel benim karagözlüm, badem içim, çamfıstığım yavrum diyerek sarıldı. Alnını ortasından şapur-şupur öptü. Bu manzara karşısında anne ve babası da çok sevindi.
Artık saat ilerlediği için annesi yatma zamanı geldiğini söyledi. Küçük Emin, Dedesini, Nenesini ve babasını öperek, annesi ile birlikte yatmaya gitti. Çok eski zamanlarda bir çocuk varmış. Bu çocuk ailesi ile birlikte bir orman köyünde yaşarmış. Bu karagözlü çocuğun adı Emin’miş. Emin’in bir küçük tayı varmış ve adı Kırtay imiş. Küçük Emin, küçük Kırtay’ı ile birlikte ormanda gezmeye çıkmış. Gezerken gezerken orta büyüklükteki bir elma ağacından elma toplamaya başlamışlar. Uzanamadıkları yerlere Kırtay’ın üzerine çıkarak ulaşmış. Topladıkları elmaları yanlarındaki heybelere doldurmuşlar. Kırtay da acıkmış olduğu için birlikte oturup ikişer tane yemişler. Diğer elmaları evlerine götürmüşler. Annesi bu elmaları görünce benim koca oğlum neler getirmiş diyerek çok sevinmiş. Sonra heybedeki elmaları üçe bölmüş. Bir parçasını eve bıraktıktan sonra, diğer iki parçayı komşuları yaşlı ve çok sevimli Güler Teyzene ve arkadaşın Baran’lara götür demiş.
Güler Teyze’nin kapısına gelince kapıya tık-tık vurmuş. Biraz bekleyip ses gelmeyince tak tak tak diye daha kuvvetli vurmuş. Yaşlı ve adı gibi güler yüzlü Güler Teyze aceleci adımlarla gelerek kapıyı açmış. Yan komşunun küçük oğlu Emin’i elinde elma torbası ile görünce çok sevinmiş. Küçük Emin’in başını okşayarak, “hoş geldin Emin’ciğim, nasılsın? Bana bir şey mi getirdin? Şakacı küçük Emin “Sana kurtsuz elmalar getirdim” diye nükte yapmış. Bunu duyan Güler Teyze “ Ha. Ha. Ha” diye gülerek teşekkür etmiş.
Daha sonra Baran’lara götüreceği elmaları ulaştırmak için Güler Teyze’den izin isteyerek yürümüş. Baran’ların kapısına gelince kapıya tık tık vurmuş. Kapıyı açan Baran, Emin’i görünce “arkadaşım hoş geldin” diye selamlamış. “Ooo bize bir şey mi getirdin?” deyince. Küçük Emin “Evet, ben bugün Kırtay ile birlikte ormandan elma topladım. Annem size de gönderdi.” Diye cevap vermiş. Baran’ın Annesi Esra Teyze, kapıda elma torbası ile bekleyen Küçük Emin’e teşekkür ederek, içeri davet etmiş. Fakat, Emin annesinin beklediğini belirterek, oradan ayrılmış.
Emin eve döndüğünde. Annesi kapının sesinden geldiğini fark ederek. Emin’ciğim sana bir sürprizim var” demiş. Sürprizlerden çok hoşlanan Küçük Emin büyük bir heyecanla annesinin yanına koşmuş ki, ne görsün. Annesi o çok sevdiği elmalı pastadan yapmış ve çay demlemiş bir şekilde kendisinin gelmesini bekliyormuş. Tam elmalı pastayı yiyecekken küçük Emin, “anne, bir dilim kesermisin, elmaları birlikte topladığım Kırtay’a götürmek istiyorum” demiş, Annesi gülerek elmalı pastayı Kırtay’ın seveceğini sanmıyorum fakat, madem külfetine birlikte katlandınız, nimetlerini de paylaşın” diyerek, bir dilim kesip kağıda sararak Emin’in eline vermiş.
Elmalı pasta sarılı kağıt elinde ahıra Kırtay’ın yanına koşan Küçük Emin, hemen kağıdın içinden elmalı pastayı çıkartarak uzatmış. Şapur-şupur elmalı pastayı yiyen Kırtay hemen bitirip, doymadığını göstermek için hemen yalanmaya başlamış. Hatta Küçük Emin’i yalamaya başlamış. Kendisini zor kurtaran Emin, Kırtay’ın haline epey gülmüş. Kırtay’ın annesi Gökkısrak, bunların haline uzun uzun İhhiğ, İhhiğ, İhhiğ diyerek kişnemiş . Gökkısrak her yeri bembeyaz, dik duruşlu, güçlü kuvvetli bir at imiş. Koştuğu zaman arkasında tozu dumana katar, yük taşımaya gelince de hiç hayır demezmiş.
Tüm bunlar olurken küçük Emin, annesinin sesiyle irkilmiş. Oğlum Emin, nerede kaldın çabuk gel! Hemen koşup eve girince Babası ve Dedesini de geldiğini görmüş. Annesi onlara çay ile birlikte elmalı pasta ikram etmiş, Emin’in çayını dolduruyormuş, Emin pastayı ağzına atarken Dedesinin “Bismilahirrahmanhirrahim” dediğini duyunca, hemen kendiside tekrar ederek, happur-huppur yeyip bitirmiş. Küçük Emin’in karnı doyunca, aklına bir soru takılmış.
Dedeciğim “Her zaman niye Bismilahirrahmanhirrahim diyorsun”. Dedesi torunun bu sorusuna çok memnun olduğunu belirterek, şu cevabı vermiş. “Bismillah her hayrın başıdır. Bismillah tükenmez bir hazinedir.” Dedeciğim tam anlayamadım, bana biraz daha anlatır mısın? dedi.
Dedesi şöyle izah etmiş. Sen elmaları Güler Teyze’lere ve Baran’lara götürdüğünde sana teşekkür ettiler mi? Evet, tabi ki teşekkür ettiler. Sen bir kul iken götürdüğün elmalar için bir teşekkür alıyorsun veya bekliyorsun, değil mi? Fakat, bu elmaların asıl sahibi ve yaratıcısı olan Yüce ’a teşekkür etmek gerekmez mi? Çünkü sen elmayı yalnızca topladın, ne ektin ne biçtin, en önemlisi yaratmadığın ve bir tablacı olduğun halde teşekkürleri aldın. Yüce ‘da bizden bir teşekkür bekliyor ’ın bizden istediği fiyat üç şeydir. “Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir” İyice aklı karışan Küçük Emin dedesine bakarken, dedesi açıklamalarını sürdürdü. “Başta Bismillah zikirdir, ahirde elhamdülillah şükürdür, ortada ’ın bize verdiği nimetleri tefekkür etmek fikirdir”
İşte biz bunun için bir yemeğe, işe ve olaya başlarken Bismillah diyor, işin sonunda veya yemek bitince elhamdülillah diyoruz. Küçük Emin hımmm şimdi anladım. Dedesi imtihan etmek istercesine ne anladıysan anlat bakalım.
Küçük Emin “çay içmeden önce BİSMİLLAH, içtikten sonra ELHAMDÜLİLLAH, çay içerken de çay’ın ’ın hediyesi olduğunu TEFEKKÜR edeceğiz” dedi ve çay içerken söylediği her şeyi uyguladı. Sanki daha bir tatlıymış gibi oldu. Çünkü tefekkür ederken 2 yerine 3 şeker attığını sonradan fark etti.
Dedesi kucağını açtı, gel benim karagözlüm, badem içim, çamfıstığım yavrum diyerek sarıldı. Alnını ortasından şapur-şupur öptü. Bu manzara karşısında anne ve babası da çok sevindi.
Artık saat ilerlediği için annesi yatma zamanı geldiğini söyledi. Küçük Emin, Dedesini, Nenesini ve babasını öperek, annesi ile birlikte yatmaya gitti.

İki Yol (Mahir ŞAHIN)

Bir zamanlar bir ülkede yaşayan iki asker varmış.
Bunlar bir gün komutanlarından bir emir almışlar. Bu emre göre uzak bir şehre gitmeleri gerekiyormuş.
Komutanlarının verdiği emri duyunca:
“Baş üstüne!” deyip hazırlık yapmaya gitmişler.
Daha sonra da beraberce yola koyulmuşlar.
Az gitmişler, uz gitmişler. Epeyce bir yol gitmişler.
Sonra yolun ikiye ayrıldığı bir kavşağa gelmişler.
Orada bir adam durmaktaymış.
Selam verip biraz sohbet etmişler.
Daha sonra adam askerlere:
“İsterseniz size bu iki yol hakkında biraz bilgi vereyim. Beni dinledikten sonra hangisinden gideceğinize karar verirsiniz.” demiş.
Askerler memnun olmuşlar.
Adam:
“Aslında bu yolların her ikisi de aynı uzunlukta. Fakat  sağdaki yoldan gidenler zarar görmez. Üstelik o yoldan gidenlerin onda dokuzu, çok rahat eder. Hatta çok büyük kazançları olur.
“Şu soldaki yol ise pek faydalı bir şey yoktur. Üstelik o yoldan giden yolculardan onda dokuzu da zarar görür.”
“Sol yolun yolcuları, görünüşte bir hafiflik ve rahatlık içindedirler. Çünkü kendilerine bir ölçüde zahmet verecek çanta, silah gibi şeyleri yanlarına almamışlardır. Onlar hiçbir kanun ve düzene uymazlar.”
“Kurallara ve askerlik düzenine bağlı olan sağ yolun yolcuları ise, görünüşte biraz zahmet çekerler.
“Çünkü çeşitli yiyeceklerle dolu çantalarını ve gerektiğinde düşmanlarına karşı kullanacakları silahlarını yanlarında taşırlar.” demiş.

Askerler, adamın söylediklerini dikkatle dinlemişler.
Fakat her biri farklı yoldan gitmek niyetindeymiş. Birbirlerini ikna etmek istemişlerse de başarılı olamamışlar.
Daha sonra o iki askerden birisi sağdaki, diğeri ise soldaki yoldan gitmiş.
Sağdaki yoldan giden asker sırtına yiyecek, silah gibi ağırlıklar yüklenmiş olarak yol alıyormuş.
Biraz zahmet çekmiş. Fakat onun kalbi ve ruhu, pek çok korkunun ve başkaları tarafından aşağılanmanın ağırlığından kurtulmuş.
Soldaki yoldan giden diğer asker ise, kurallara uymak istememiş. Hatta askerlik görevini de terk etmiş.
Böyle yapmakla bir ölçüde serbest hareket etmiş, bedeni bir miktar ağırlıktan kurtulmuş.
Fakat bu defa da onun kalbi ve ruhu pek çok korku ve aşağılanmanın ağırlığı altında ezilmiş.
Yol boyunca her şeyden korkmuş, herkese dilenci olmuş.

Nihayet güç bela o şehre ulaşmış. Ama zaten asi ve kaçak olduğundan kendisini yakalanıp hapse atmışlar.
Sağdaki yoldan giden asker, görevini biliyor ve seviyormuş. Bu sebeple gerekenleri yapmış. Çantasını ve silahını sürekli yanında taşımış.
Bunun için ne kimseden korkmuş, ne de kimse tarafından aşağılanmış. Vicdanı ve kalbi rahatlık içinde yolculuk yapmış.
Hedefe ulaştığında ise, görevini başarıyla tamamlamış kimselere yakışır bir şekilde karşılanmış.
Görevini sorumlulukla yerine getirdiği için kendisine birçok ödül de verilmiş.
Şimdi bu masalın gerçek anlamına bakalım:
Sevgili dostum!
Yolculuğa çıkan o iki asker, aslında iki tip insanı temsil etmektedir.
Onlardan birisi Allah’ın kanunlarına boyun eğen, uysal bir kimsedir. Bu kişi masalda sağ yoldan giden yolcu olarak gösterilmiş.
Diğeri ise içindeki kötülük odağı olan nefsinin isteklerine uyan ve emirlerini dinlemeyerek Allah’a isyan eden kimsedir. Bu kişi ise masalda sol yoldan giden yolcu olarak gösterilmiş.
O yolculuk ise, herkesin bir ömür yaşadığı şu hayat yolculuğudur.
Bu yolculuk ruhlar aleminde başlar. Dünyada devam eder. Nihayet ölüm tünelinden geçip ahiret ülkesine ulaşır.
Çanta ve silah ise, kişinin hayatı boyunca yaptığı ibadet ve iyiliklerdir.
İbadet ve iyilik yapmak insanlara zor gelir. Fakat bu zorlukların içinde nice güzellikler de vardır.
Üstelik insanlar onlarda hiçbir şeyde bulmadıkları çok özel ve güzel tatlar da bulurlar.
Daha da önemlisi yapılan ibadet ve iyiliklere karşılık Ahiret ülkesindeki sonsuz hayatta çok önemli ödüller verilecektir.
Tabii kötülük ve günahlar için de o denli cezalar…

 

İyimser ve Karamsar

Bir zamanlar bir ülkede yaşayan iki adam varmış.
Bu iki adam, aynı günlerde bir yolculuğa çıkmışlar.
Hem eğlenmek, hem de ticaret yapmak istiyorlarmış.
Ama bu iki adamın birbirlerinden önemli bir farklılığı varmış.
Çünkü birisi varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a inanıyor, diğeri ise inanmıyormuş.
*
İnançlı  olan bir yöne, inançsız olan da diğer bir yöne gitmiş.
İnançsız adam bencilmiş. Yani sadece kendisini düşünür, başkalarına hiç değer vermezmiş.
Üstelik çok da karamsar bir kişiymiş.
Her olayı kötüye yorar, sürekli olumsuz ve üzücü şeylerden söz edermiş.
Zaten, kötümserlik inançsızlığın bir özelliği değim miymiş!
*
Yolculuğu esnasında bu inançsız adamın yolu bir memlekete düşmüş.
Çok kötü bir yermiş burası.
İnsanlara kötülük ve eziyet eden birçok  zalim ve zorba adam varmış burada.
Bunlar güçsüz ve zavallı kimselere sürekli olarak işkence ediyorlarmış.
O zavallıların elinden de ağlayıp sızlamaktan başka bir şey gelmiyormuş.
İnançsız adam, gezdiği her yerde hep bu türden çok üzücü ve korkunç durumlar görmüş.
Bütün ülke bir yas yeriymiş adeta.
Her tarafta pek çok cenaze ve ümitsizce ağlaşıp duran öksüz-yetim çocuklar varmış.
*
Gördükleri o kişiyi çok etkiliyor, vicdanı sürekli acı çekiyormuş.
O acıları hissetmemek için, hemen o üzücü ortamı terk ediyormuş.
Fakat nereye giderse gitsin, hep aynı şeylerle karşılaşıyormuş.
Bu durumdan kurtulmak için çok uğraşmış.
Ama uğraşması boşunaymış.
Sonunda içki içip sarhoş olmaktan başka bir çare bulamamış.
*
İnançlı olan diğer adam, güzel ahlaklı, alçak gönüllü bir kimseymiş.
Yani sadece kendisini düşünmez, başkalarına da değer verirmiş.
Ayrıca iyimser bir kişiymiş de. Her şeyin iyi yönlerine bakar, sadece güzel ve mutluluk verici şeylerden söz edermiş.
Zaten, iyimserlik de inancın bir  özelliği değil miymiş!
*
İnançlı adam, yolculuğu esnasında çok güzel bir memlekete rast gelmiş.
Burada büyük şenlikler yapıldığını görmüş.
Her tarafta sevinçli insanlar varmış.
Bunlar büyük bir mutluluk içindeymiş.
Buradaki herkes ona sanki dostu ve akrabası gibi görünüyormuş.
Bu inançlı ve iyimser adam hem kendisinin, hem de başkalarının sevinciyle mutlu oluyormuş.
Öte yandan seyahati esnasında çok karlı alışverişler de yapmış.
Ayrıca yaşayıp gördüğü bütün bu güzellikler için Allah’a şükretmeyi de unutmamış.
“Bu kadar yeter. Artık memleketime döneyim!” diye düşünmüş.
Dönmeye karar vermiş.
Hazırlanıp yola koyulmuş.
*
İyimser adam dönüş yolunda ilerlerken bir yere geldiğinde, kötümser adamla karşılaşmış.
Adamın durumunun çok kötü  görünüyormuş.
Bir sure konuşup sohbet etmişler.
İnançlı adam diğerine, niçin böyle bir durumda olduğunu sormuş.
İnançsız adam da bütün yaşadıklarını bir bir anlatmış.
İnançlı adam meseleyi anlamış.
Diğerine:
“Arkadaş! Senin gezdiğin yerleri ben de gezip gördüm. Hiç de öyle bir durum yoktu.
“Halbuki sen deli de değilsin! Niçin böyle davranıp kendine işkence ettin?
“Aslında bütün gördüklerin senin kafandaki yanlış düşüncelerin dışa yansımasından başka bir şey değil.
“Bunun için olanları başka şekilde görmüşsün.
“Sen mutluluğu üzüntü, gülmeyi ağlama sanıyorsun.”
“Aklını başına al, kalbini temizle!
“Böylece bu karanlık perde gözünden kalksın da, gerçeği görebilesin!
“Çünkü biz burada sonsuz derecede adaletli, merhametli, kudretli, şefkatli bir hükümdarla karşı karşıyayız.
“Onun memleketi, senin kuruntularının gösterdiği şekilde olamaz.
“Zaten öyle de değil!” demiş.
*
Bunları duyunca bir anda o zavallı adamın aklı başına gelmiş.
“Evet, galiba ben gerçekten de deli olmuşum.
“Yaptıklarım hiç de akıllıca şeyler değilmiş.” demiş.
Sonra da:
“Sevgili dostum! Beni böyle cehennem gibi bir ortamdan kurtardın.
“Bunun için sana çok teşekkür ederim. Allah senden razı olsun!” demiş.
* * *
Bu masalın bir de gerçek anlamı vardır.
Biz şimdi de ona bakalım:
Önceki adam, bütün varlıkların yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ı tanımayan bir kimsedir.
Onun için bir çok kötülük yapıp pek çok günah işlemiştir.
Bu sebeple her şey onun gözüne olduğundan başka görünür.
Onun gözüyle bakıldığında, bu dünya hiç kimsenin zevk almadığı, herkesin üzüntü içinde yaşadığı bir yerdir.
Bütün canlılar sevdiklerinden ayrılmış ve yok oluşun acısıyla ağlayan yetim çocuklara benzer.
Hayvanlar ve insanlar, adına “ölüm” denen bir canavarın pençesiyle parçalanan kimsesiz zavallılardır adeta.
Dağ, deniz gibi büyük varlıklar; ruhsuz, korkunç birer cenazedir.
İşte onu bunlar gibi inançsızlığın getirdiği daha pek çok kötü düşünce ve kabus rahatsız etmiştir.
*
Diğer adam ise, inançlıdır.
Allah’ı tanımakta, varlığını ve gücünü kabul etmektedir.
Onun inancı da gerçeği görmesine yardım eder.
Karamsar adamın aksine her şey onun gözüne güzel görünmektedir.
Şu yaşadığımız dünya, varlıklar için bir eğitim alanı, bir sınav salonu ve bir ibadet yeridir.
Çok acı görünen ölümler ise, adeta bir dersin veya sınavın bitişi gibidir.
Hayattaki görevlerini bitirenler, bu geçici dünyadan sonsuzluk alemine göçerler.
Böylelikle okulda veya askerlikte olduğu gibi eskiler işlerini bitirip yeni gelenlere yer açmış olurlar.
Doğumlar da yeni grupların görev başı yapması demektir.
Aslında bütün canlılar, görevli birer memur ve askerdir.
İşitilen birtakım sesler ise, varlıkların görevlerini neşe içinde yaparken çıkardıkları seslerdir.
Onlar aynı zamanda çıkardıkları bu seslerle yaratıcılarına teşekkür de etmiş olurlar.
O inançlı kişiye göre her bir varlık, Allah’ın görevlendirdiği sevimli bir dosttur.
Aynı zamanda her bir varlık, içinde pek çok bilime ait çok önemli sırların ve formüllerin bulunduğu son derece ilgi çekici birer kitaptır.